Bir arkadaşım, bundan birkaç ay önce, okumam için Zeki Bayraktar isimli yazarın Süleymaniye Vakfı Yayınları tarafından basılan “Kuran ve Sünnet, Ama Hangi Sünnet” isimli kitabını önermişti. Kitabın tam adı Kuran ve Sünnet, Ama Hangi Sünnet? Nebinin Sünneti mi, Resulün Sünneti mi, Kuran’da Nebi-Resul Farkı ve Sünnet-Hadis Meselesi. Kitabın uzun isminde geçen, arkadaşımın kitap hakkındaki tanıtıcı beyanı ile merakımı celp eden Nebî ve Resûl kavramlarıyla ilgili yazılanları okuyup bilgi edinmek maksadıyla kitabı edindim.
Öncelikle kitabın ana fikri hakkında kendi cümlelerimle çok çok kısa bir özet yapmak isterim. Bu özette yazarın anlatım tarzını kullanamayacağım. Zira kendisi anlamayı zorlaştıran, yanlış çıkarımlara neden olabilecek bir üslupla konuyu ele almış. Dolayısıyla kitapta ne anlatıldığından çok, kendi birikimime ek olarak kitapta yazılanlardan yararlanarak, Nebî ve Resûl kavramlarından ne anladığımı okumuş olacaksınız.
Peygamber sözcüğü Kuran’da geçmez. Farsça bir sözcüktür. Türkçe’ye de Farsça’dan geçmiş ve yaygın olarak kabul görmüştür. Kuran tercümelerinde peygamber şeklinde çevrilen sözcüklerin aslı Resûl ya da Nebîdir. Bu iki sözcük genel manada bizim peygamber olarak adlandırdığımız şahsiyetler için kullanılabilirse de ayetler detaylı bir şekilde incelendiğinde aralarında bariz farklar olduğu görülmektedir. Yazının bu bölümünden itibaren okunmada kolaylık sağlaması amacıyla kısaca “peygamber” denildiğinde, aslında kastedilenin “bizim peygamber diye adlandırdığımız, Kuran’ın Nebî ya da Resûl diye adlandırdığı şahsiyetler” olduğunu unutmayınız.
Kuran’da Nebî sözcüğünün geçtiği ayetler incelendiğinde; peygamberlerin beşeri yönünden bahsedilirken bu sözcüğün kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede; peygamberlerin hata yaptıkları, ayetlerle uyarıldıkları, günlük yaşamıyla ilgili bilgilerin verildiği durumlarda kullanılan sözcüğün Nebî olduğunu görüyoruz.
Kuran’da Resûl sözcüğünün geçtiği ayetler incelendiğinde ise; peygamberlerin kendilerine gelen vahyi insanlara tebliğ etmekten başka görevlerinin olmadığı ve ilahi koruma altında oldukları anlatılırken kullanılan bir sözcük. Yine Resûl ile ilgili ayetlerde insanlar, Resûle itaat etmeleri, tabi olmaları, örnek almaları, isyan etmemeleri konusunda uyarılıyorlar.
Buna göre; Nebîlik bir ünvanın, Resûllük ise bir görevin adıdır. Nebî, peygamberlik ünvanına sahip kişiye denir. Resûl ise, peygamberliğin üzerine yüklediği sorumluluk gereği, kendisine gelen vahyi insanlara ulaştırma görevine verilen isimdir.
Kuran’da Resûle itaat, her defasında Allah’a itaat ile birlikte anılır. Sadece bir ayette “Allah’a, Resûle ve ulu’l-emre itaat” birlikte zikredilir, hemen arkasından da “anlaşmazlığa düşüldüğü takdirde yine Allah ve Resûle müracaat edilmesi” öğütlenir.
Resûle itaat emri o günkü koşullar için anlamlı olabilir ama bugün hayatta olmayan Resûle nasıl itaat edilebilir? Nisa suresinin 80. ayeti buna cevap olabilir: “Kim Resûle itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” Yani Resûle itaatten maksat, açıkça anlaşılacağı üzere Allah’a itaattir. Dolayısıyla Resûlün her sözü/hadisi Allah kelamının dile getirilmesinden ibarettir. “Bu (Kur’ân), pek kerim bir Resûlün sözüdür.” (69:40) ve “Ki o (Kuran), çok değerli bir Resûlün sözüdür.” 81:19 ayetleri ile de bu anlatılır. Netice itibariyle; Resûlün sözleri Kuran ayetleridir, bunun dışında kalanların (geleneksel hadis literatürünün) bir bağlayıcılığı yoktur.
Yazarın kitabını buraya kadar okurken hayretler içinde kaldım. Süleymaniye Vakfı Yayınları tarafından basılan bir kitapta, hadis literatürü nasıl toptan reddedilebilir? Yoksa bu vakfın faaliyetleri konusunda temelsiz bir ön yargıya mı sahiptim?
Bu sorular zihnimde dönüp dolaşır, bu durumu kendi kendime izah etmeye çalışırken kitabın 70. sayfasına geldim. Alt başlık: Resûlün Hadisleri mi? Nebînin Hadisleri mi?
Meğer vakıf tarafından bu kitabın basılmasını sağlayan sihirli(!) sözler burada saklı(!)ymış. Vakıf hakkında yine de birkaç kitap ile hüküm vermek haksızlık olur. Vakfın “hadis literatürünü toptan reddeden” düşünceleri de kitap halinde basabileceği ihtimaline inanmak istiyorum.
Gelelim “Resûlün Hadisleri mi? Nebînin Hadisleri mi?” alt başlığı ile değinilen meseleye. Burada kitaptan ilgili bölümü kısaca aktarmak istiyorum: “Nebîye isnat edilen sözler bilfiil Nebînin sözleri değildir. Nebîye isnat edilen söz, fiil ve takrirlerdir. Bunların Nebîye aidiyeti kesin değildir. Ama kesin olsa bile (Kuran’ın Nebîye itaat emri ve/veya Nebîyi örnek alma tavsiyesi bulunmadığı için) bunlar mutlak bağlayıcı olamazlar (tek başına). Bununla birlikte Kuran ile mutabık hadislere tabi olunabilir. Ama bu, hadislere değil Kuran’a tabi olmak anlamına gelir. Zira onlara Kuran ile mutabık olduğu için tabi olunmuştur. Ama Kuran’a muhalif olan hadislere tabi olunamaz. Çünkü Kuran Nebîye değil Resûle itaat emrediyor. Resûle itaat ise (Nebîye isnat edilen hadislere tabi olarak değil) ancak Resûlün hadisleri olan Kuran’a tabi olarak sağlanabilir.”
Yazarın kitabın geneline hâkim olan anlatım üslubunda birtakım rahatsız edici unsurlar var. Daha kitabın ilk sayfalarında bunlardan rahatsız olduysam da eksikliği kendime atfedip bu durumu geçiştirmeye çalışmıştım. Ancak sayfa 70’te ele alınan mesele ile birlikte yazarın üslubundaki rahatsız edici unsurların ne kadar tehlikeli olduklarını fark etmiş oldum.
Yazar Resûl ve Nebî kavramlarını ele alırken her ikisinin de -örneğin- Hz. Muhammed için geçerli olduğunu, yani Hz. Muhammed’in hem Nebî, Hem Resûl olduğunu söylemesine rağmen Resûl ve Nebî kavramlarını izah ederken öyle ilginç bir üslup kullanıyor ki, Hz. Muhammed, Nebî ve Resûl isimli iki farklı kişilikten oluşan biriymiş hissi uyandırıyor. Buna göre; Hz. Muhammed’in 40 yaşından itibaren vefatına kadar kesintisiz, aralıksız bir şekilde Nebî olduğunu, ancak sadece vahyi tebliğ ettiği zamanlarda aralıklı olarak Resûl olduğunu anlatıyor. Bundan şu anlaşılıyor: Hz. Muhammed’e 3 gün boyunca vahiy gelmedi diyelim. Bu 3 gün için Hz. Muhammed’in Nebî olduğu doğrudur, ancak Resûl olduğu, Resûllük yaptığı söylenemez. Bu kabulü mümkün olmayan sakat bir izahat şeklidir.
Belki sıradan insanların daha kolay anlayabilmesi için girişilmiş bu sakat izahat şekli, yazarı nihayetinde götürebileceği yere götürmüş ve bu soruyu sordurmuştur: “Resûlün hadisleri mi, Nebînin hadisleri mi?”
Yazar, anlatım üslubundaki sakatlığa rağmen aslında konuyu gayet net bir şekilde izah ediyor. Ancak üslubun sakatlığı zihninde bir gedik açmış olmalı ki, böyle absürt bir soru(n) ortaya atmış ve cevabında da oldukça bocalamış. Bu cevabın yazarın gerçek görüşü mü, yoksa kitabın basılması için verdiği bir tavizden mi ibaret olduğu sorusu da aklımdan geçmiyor değil. Ancak sadece zan ile yazarı ya da yayınevini itham etmek istemiyorum. İçerdiği tüm olumsuzluklara rağmen bu konulara ilgi duyan herkesin faydalanacağı birçok bilginin kitapta mevcut olduğunu söyleyebilirim.
Yazıyı daha fazla uzatmadan, son olarak şunları eklemek istiyorum: Kitapta sözü edilen Nebî ve Resûl kavramları ile ilgili izahat gerçekten aydınlatıcı olmuş. Ancak hem “Resûlün hadisleri mi, Nebînin hadisleri mi?” gibi bir soru(n) ortaya atılarak, hem de tutarlı bir şekilde sorunun cevabı verilemeyerek kitabın sağlayacağı yarar en aza indirilmiş. Keşke bu absürt mesele hiç ele alınmasaydı ya da ele alındıktan sonra tutarlı bir şekilde cevabı verilebilseydi.
Sayın Zeki Bayraktar, “Resûlün hadisleri Kuran’dan ibarettir, Nebînin sözleri olduğu iddia edilen sözlerin ise bir bağlayıcılığı yoktur” diyor ve kitap boyunca bu sözleri defalarca tekrar ediyor. Yukarıda alıntı yaparak aktardığım sözleriyle ise özetle “Nebînin Kuran ile mutabık hadislerine tabi olunabilir” diyor. Hatta bu sözün ardından şunu ekliyor “Ama bu, hadislere değil Kuran’a tabi olmak anlamına gelir”.
Bir yandan kitabın başından sonuna bir iddiayı dile getiriyor, diğer yandan da bütün iddiasını boşa çıkaracak bir söz sarf ediyor. Bir yandan “Nebînin sözleri bağlayıcı değildir” derken, diğer yandan “Nebînin sözleri Kuran ile mutabık ise onlara tabi olmak Kuran’a tabi olmak anlamına gelir” diyor.
Geleneksel yaklaşım Hz. Muhammed’e atfedilen sözlere hadis deyip Kuran’dan sonra ikincil ama temel bir kaynak gözüyle bakarken yazar kalkıp Hz. Muhammed’e atfedilen sözlerden Kuran ile mutabık olanların Kuran ile aynı değerde olduğu hezeyanını kaleme alıyor. “Kaş yaparken göz çıkarmak” dedikleri böyle bir durum olsa gerek.
Bu durumda yazara şunu sormak isterdim: Bugün Noam Chomsky çıkıp bir söz söylese ve bu söz Kuran ile mutabık olsa, biz Müslümanlar bu sözlerin Kuran ile aynı değerde olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da sizin tabirinizle Noam Chomsky’nin bu sözlerine tabi olmak Kuran’a tabi olmak anlamına gelir mi?
Tabii ki “Hayır” cevabı vereceksiniz. Peki, öyleyse Nebîye ait olup olmadığı konusunda emin olamadığınız sözlerin Kuran ile mutabık olması ne anlam ifade edebilir ki?
Bugün Kütüb-i Sitte adıyla meşhur hadis arşivinin, Hz. Muhammed’in sözleri olduğu ispatlanabilse bunların dikkate alınıp alınmaması konusunda muhtemelen çok önemli bir tartışma yaşanmazdı. Ancak bu hadis arşivi, Hz. Muhammed’in vefatının ardından, ona atfen sarf edilmiş sözlerden ibaret. Onun adına konuşanların arşivi.
Kuran’daki kelamın Allah kelamı olduğunu, metnin kendisini okuyan insaf sahibi her insan takdir edecektir. Bunu takdir eden kimse, o metnin Hz. Muhammed tarafından insanlara tebliğ edildiğini anlayabilecektir. Ancak bugün ortalıkta hadis diye dolaşan o sözlerin, Kütüb-i Sitte diye nam salan o arşivin Hz. Muhammed’e ait olduğunu kim, nasıl delillendirebilir? Hz. Muhammed’in kendisi bizzat dikte ederek yazdırdığı bir kitap (Kuran) tahrif edilmemiş bir şekilde ortadayken onun adına söylenmiş/yazılmış sözlere değer vermek Resûle nankörlük değil midir?
O Gün, gök bulutlarla birlikte, bütün yüküyle parçalanacak ve birbiri ardından melekler indirilecektir. Gerçek egemenliğin [yalnızca] Rahmân’a ait olduğu [bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır]; ve bunun içindir ki, hakkı inkara şartlanmış olanlar için çok zor bir Gün olacaktır.
Furkan suresi, 25-30. ayetleri.
(Vaktiyle) haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip, “Ah, n’olurdu, Resûl’ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım!” diyecek, “Vah bana, n’olurdu, falancayı kendime dost edinmemiş olsaydım! Gerçekte, bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj (Kuran) geldikten sonra, beni [Allah’ı] hatırlamaktan o uzaklaştırdı!”
Zaten, Şeytan [işte böyle] yalnız ve çaresiz bırakır insanı.
Ve [o gün] Resûl diyecek ki: “Ya Rabbi! Ümmetim bu Kuran’ı terk etti.”
Bu kitap nebi ve resul farkını anlamamı sağlamıştı. Gelenekte bize ”nebilere kitap verilmedi” diyerek öğretilmişti halbuki ayetler nebilere kitap verildiğini söylüyor. bu kitabı tebliğ ederken resulullah oluyorlar. Her nebi’nin bir kitabı, kısa yada uzun yazılı metni vardı. Son nebi Hz. Muhammed olduğu için yeni kitap gelmeyecek.
Zeki Bayraktar aslında ”Resul ayet okur, nebi hadis söyler” demek istiyor. Nebi Kuran’dan çıkardığı hikmeti söyleyebilir, kendi reyini söyleyebilir. bir öğretmen düşünün ki evinde bile öğretmen olarak anılır ama okula gidince görevini yapmış olur. İşte nübüvvet de öğretmenlik gibidir, ayet inince risalet olur. Her nebi resuldür ama her resul nebi değildir. Çünkü resul: elçi demektir. Elçi kelimesi melekler için de kullanılır. Detayları şuradan (http://bit.ly/33MmEBY) okumanızı öneriyorum.
Zeki Bayraktar’ın Resul ile Nebi’yi işine geldiği şekilde ayırt ettiğini, gerçeklerden uzak bir ayrım yaptığını, Resul ile Nebi arasındaki farkın daha farklı olduğunu düşünüyorum. Şu yazımda buna kısmen değindim: https://resuloji.com/her-topluma-peygamber-gonderildi-mi/