"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kuran’ın Tarihsel ve Evrensel Mesajı

Kuran’ı anlama çabaları sırasında tarih boyunca çeşitli yöntemler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında en genel nitelikli olanlar ise tarihüstücü ve tarihselci anlayışlar olmuştur. Ancak hemen her meselede olduğu gibi Kuran’ı anlama meselesinde de toptancı yaklaşımlar genellikle yetersiz kalmışlardır. Toptancı yaklaşımlar yerine günümüz bilim, felsefe ve teoloji birikiminden her yönüyle yararlanan bir yaklaşımın bizi daha makul bir yöne sevk edeceğini düşünüyorum.

Kuran mesajını ne tamamıyla evrensel/tarihüstü ne de tamamıyla tarihsel bir okumayla hakkıyla anlamamız mümkün değildir. Kuran, tarihin belli bir döneminde belirli bir topluma malum şartlarda va’z edilmiş olması bakımından “kaçınılmaz olarak” tarihsel bir hitap/metindir. Ancak Kuran’ın tarihsel bir hitap/metin oluşu, onun evrensel bir takım ahlaki ilkeler ortaya koymuş olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Kuran’ı anlama çabalarında bu iki gerçeğin de göz önünde bulundurulması zorunludur.

Peki, Kuran’ın tarihsel bir yönünün olduğu gerçeği neyi değiştirir?

Bilindiği gibi, toplumun ya da toplumsal ilişkilerin söz konusu olduğu durumlarda tarihselci bir yaklaşımda bulunmak kaçınılmazdır. Sosyolojinin bugün geldiği nokta ile sosyolojinin kurucusu olarak nitelenen İbn Haldun’un 14. yüzyılda beyan ettiği düşünceler bize bunu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde apaçık göstermektedir. Her toplum, ancak içinde bulunduğu zaman, mekan ve diğer koşullar göz önünde bulundurulmak suretiyle bir tahlile konu edinilebilir. İbn Haldun’un Mukaddimesinin ön sözünde yazdığı gibi, “Her toplumun (dışına çıkamayacağı) bir tabiatı ve kendine özgü şartları söz konusudur.” İşte bu tabiata, bu gerçeğe gözlerimizi kapayarak Kuran’ın toplumsal meselelere ilişkin hükümleri hakkında herhangi bir yorumda bulunmak, bile bile hakikatin üstünü örtmek anlamına gelecektir.

Kuran’daki bireye dair tutum ve davranışlar ile ahlaki öğütlerin yer aldığı mesajların evrensel, toplumsal meselelerle ilgili hükümlerin yer aldığı mesajların ise tarihselci bir okumaya tabi tutulması halinde Kuran’ı anlama noktasında daha isabetli bir yol tutulmuş olacağına inanıyorum.

Buna göre, Kuran’da yer alan ahlaki öğütler ile abdest, namaz gibi ritüellerin evrensel bir okumaya, bireyin toplumsal alandaki faaliyetlerine, devlet yönetimine ve hukuka dair meselelerin tamamı ise tarihselci bir okumaya tabi tutulması gerekir. Aynı zamanda hem bireysel, hem toplumsal yönü bulunan meselelerin de yine topluma dair bir yönü içermesi nedeniyle tarihsel yönden değerlendirilmesi gerekir.

Kuran’ın tarihselci okumaya tabi tutulması gereken bölümlerini daha iyi anlayıp yorumlamak için Kuran’ın nazil olduğu dönem toplumuna dair çalışmaların yoğunlaşması gerekmektedir. Bunun yolu ise sosyal bilimlerden geçmektedir. Kuran yorumlarının gelişmesi, çetrefilli olarak nitelenen birçok meselenin çözülebilmesi için Müslüman toplumlarda sosyal bilimlerin daha çok gelişmesi gerekmektedir. Hatta şu durumda sosyal bilimler alanında en ileri ve orijinal fikirlerin Müslüman toplumlarda ortaya çıkması gerekir, ki bunun olabilmesi için Müslüman toplumların ve özellikle İlahiyat Fakültelerinin bugün olduğundan çok daha fazla bu alana ciddiyetle eğilmeleri gerekmektedir.


EK

Tarihselci okumaya bir çerçeve önerisinde bulunduğum yukarıdaki yazımda, bu çerçevenin toplumsal meseleler olması gerektiği düşüncemi paylaşmıştım.

Kuran’daki bireye dair tutum ve davranışlar ile ahlaki öğütlerin yer aldığı mesajların evrensel, toplumsal meselelerle ilgili hükümlerin yer aldığı mesajların ise tarihselci bir okumaya tabi tutulması halinde Kuran’ı anlama noktasında daha isabetli bir yol tutulmuş olacağına inanıyorum.

Yukarıdaki yazıyı yazdıktan yaklaşık bir yıl sonra, İlhami Güler’in Sabit Din Dinamik Şeriat isimli kitabını okurken aşağıdaki satırlara denk geldim.

Herhangi bir teorik bütünde veya ideolojik oluşumdaki çeşitli düzeylerin birbirlerine geçişkenliği yüzünden -hele söz konusu olan dini bir düşünce ise- dinamizmin sağlanması/korunması neredeyse imkansızdır. Söz konusu teorik bütünün ideolojik oluşumunun -bizim bağlamımızda Şeriat’ın- dinamizmini koruması, bu düzeylerin farklılığının özenle korunmasına bağlıdır. Dini bir söylemin (vahiy, kitab) düzeylerini, kozmolojik (Tanrı, ahiret, melek vs.), ahlaki ve toplumsal olmak üzere üç büyük gövdeye ayırabiliriz. Pratikte bunların birbirine geçişken olduğunun farkındayız. Fakat daha önce değindiğimiz gibi, bu düzeylerin ilk ikisi “ed-din” olarak tarih boyunca bütün vahiy geleneğinde değişmeksizin tekrar etmiştir. Üçüncü düzey ise daima değişmiştir (“Her biriniz için ayrı bir şeriat ve yöntem kıldık”; 5/48). Hz. Ömer’in bu düzeylerin özgünlüğünü sezen adımlarını bir tarafa bırakırsak, geleneksel İslam düşüncesinin bu ayrımı yapamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yayınları, 5. Baskı, Sayfa 36

Böylelikle İlhami Güler’in düşüncelerinin de benzer mahiyette olduğunu öğrenmiş oldum.

9 Aralık 2019 tarihli Karar Gazetesi’nde, KURAMER (Kuran Araştırmaları Merkezi) Başkanı ve eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun Taha Akyol ile yaptığı bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide Ali Bardakoğlu da benzer görüşleri dile getirdi.

Kur’an veya sünnette yer alan bir açıklamayı anlarken zaman ve toplum faktörünü göz önüne almak, yeni değil ta dört halifeden itibaren önem verilen bir husustur. Hz. Ebu Bekir Medine’de yeni oluşan devlete vergi (zekât) vermeyerek siyasi birliğe katılmak istemeyen Müslümanlarla savaş kararı almıştır. Çünkü Arap yarımadasının siyasi birliği önem taşıyordu. İslam’a karşı mesafeli duran kesimlerin gönlünü kazanmak için onlara devlet gelirlerinden pay verilmesi ayette geçtiği halde buna gerek görmemiştir. Hz. Ömer, artık ticari değer taşıdığı için -sünnette aksine uygulama olsa da- atlardan vergi (zekât) alınmasına, fethedilen Irak topraklarının yeni bir statüde olmasına karar vermiştir. Sahabe ve sonraki dönemde alimler zaman ve toplum şartları değiştikçe buna uygun yeni hükümler vermişlerdir. Ancak bu, dinin ana gövdesini teşkil eden inanç, ibadet ve temel haramlarda değil muamelat denilen alanda olmuştur. Yani sosyal ve ekonomik yapı, yönetim ve kamusal alan, diğer toplumlarla ilişkiler, belli ölçüde aile ve günlük hayatla ilgili konularda zaman ve toplumsal şartlar etkili olmuştur. Biz, ancak dini bildirimle bilinebilecek alanlardaki bilgilere “semiyyât” deriz. Uluhiyet ve tevhid, vahiy ve peygamberlik, ahiret gibi inanç esasları böyledir. Namaz, oruç gibi ibadetler böyledir. Domuz eti, içki, kumar, zina, adam öldürme gibi haramlar böyledir. Bunlarda zaman ve mekân faktörü olmaz. “Akliyyât” denilen, hayatın tabii akışı ve insanların içinde bulundukları şart ve imkanlar içinde şekillenen davranış kalıpları ve kuralları ise daha çok üst ahlakî değerler ve insanî erdemleri gerçekleştirmeleri yönüyle dinle ilişkilidir. Müslümanlar da onları bu yönüyle sürekli gözden geçirmek ve hayatla din arasında bağı sürdürmek zorundadır. Bu da ancak zaman ve toplum bilincini korumakla olur.

https://www.karar.com/gorusler/islami-anlamak-icin-toplumsal-metot-1408246

Tek Yorum

  1. İz Düşüm 30 Mayıs 2018

    Yalnız olmadığını bilmek sevindirici… Yazı için teşekkürler gayet mutedil olmuş. İhami güler ifadesiyle: sabit din dinamik şeriat. Aslında sadece kuranı selim bir akılla okusak  bunlar çok net farkedilebilecek şeyler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.