Fuat Sezgin, İslâm’da Bilim ve Teknik isimli eserinde, İslâm kültür dünyasında yaratıcılığın son bulması ve duraklamanın başlamasının nedenlerini değerlendiriyor.
Kitabın ilgili bölümünden altını çizdiğim bazı satırlar…
- Konstantinopol’ün fethiyle Osmanlılar İslam dünyasının büyük bir bölümünde önderliği ele geçirdiler. Bütün genişleme girişimlerinde, devletleri içerisinde eğitim ve bilime özen göstermeyi ihmal etmediler ve burada 16. yüzyılın bitimine kadar bilimsel yaratıcılık eksik olmadı. Bununla beraber Osmanlılar, Portekizler ve İspanyollar’ın başarılarıyla ortaya çıkan yeni durum karşısında nihai bakımdan rahatsız edilecek ve kaybedecek tarafı teşkil ediyordu.
- Dünya politikasında ve bilimlerde Müslümanların öncülük rolü bakımından en yıkıcı sonuç, 11. yüzyılın ikinci yarısında Portekiz’in ve İspanya’nın çok önemli bir bölümünün kaybedilmesiydi.
- Müslümanların İslam dünyasının batısındaki politik varlıkları Granada’nın 1492 yılında düşmesine kadar gittikçe azalıyordu.
- Bu en son kayıptan sonra, İber Yarımadası, Müslümanların yüzyıllar boyunca, içlerinde büyük başarılar gerçekleştirdiği bilim merkezleriyle birlikte artık İslam dünyasına değil, Batı dünyasına ait bulunacaktı.
- Bununla ilgili bir gerçeğe dikkat çekmek gerekir ki, Arap-İslam dünyasına uzun süren aidiyeti sonrasında İspanya ve Portekiz’in hem politik hem de bilimsel bakımdan dünya sahnesinde ele aldıkları önderliği, Arap-İslam dünyasında da bir güç kaymasının gerçekleştiği aynı 17. yüzyılın başlangıcında batı ve orta Avrupa ülkelerine devretmek zorunda kalmış olmalarıdır.
- 1492 yılında Araplar Granada ile birlikte sadece İber Yarımadası’ndaki 800 yıllık hakimiyetlerinin son kalesini kaybetmemiştir, bu kayıp aynı zamanda Arap-İslam dünya gücünün nihai anlamda sonunun başlangıcını duyuran bir çan sesidir.
- Yine 15. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen Portekizler’in Afrika’yı dolanarak Hint Okyanusu’na yaptıkları seferlerin önemini de göz önüne almalıyız.
- Bütün Avrupalılar arasında, özellikle ülkeleri hemen hemen 400 yıl Arap egemenliği altında bulunan Portekizler’in tam da bu rota üzerinde öncü konumu ele geçirmeleri bu bağlamda çok önemlidir.
- Kendi döneminde bilimde önder olan bir kültür (İslam) dünyası yerini, bizzat teşvik ettiği ve eline kendisini vuracak silahları verdiği ardılına (Batı’ya) vermek zorunda kalmıştır.
- Sık sık, genelde dinin, özelde ise ortodoksinin, teolojinin veya tasavvufun bilime zarar verici etkisinden bahsetmek haksız bir davranıştır. Bu tür düşüncelerde, Arap-İslam bilimlerinin bilinen gelişiminin yüzlerce yıl boyunca sürekli ilerlediği ve yaratıcılığın 16. yüzyıla kadar gevşemediği göz ardı edilmektedir.
- Elbette, Arap yazınını iyi bilen bir okuyucunun Ebū Ḥāmid el-Ġazālī (ö. 1111)’nin Yunan ve el-Fārābī, İbn Sīnā da dahil olmak üzere Arap filozofların bazı görüşlerini çürütmeye yönelik Tehāfut el-Felāsife isimli eserini hatırlaması düşünülebilir.
- Bu çürütmelerde, köklü bir felsefe eğitimi sonrasında ortodoks bir teologda doğan şüphe ifadesini bulmaktadır. Her ne kadar Gazâlî bu konuda çok aşırı bir tepki göstermişse de kendini sövgülerden uzak tutmuştur, ayrıca bu her şeyden önce bireysel bir reaksiyondu, kurumsal değil.
- Paris Üniversitesi’nin yaptığına benzer İbn Rüşd’e karşı resmi bir savaş açma ve mahkûm etme veya Papa III. Innozenz’in 1209 yılındaki Aristoteles’i yasaklaması gibi tutumlar İslam dünyasında düşünülemezdi.
Aynı eserde Fuat Sezgin’in Müslümanların 7-16. yüzyıllarda bilimsel alanlarda nasıl etkili olduklarına dair tespitleri şu şekilde:
1) İslam’ın erken döneminde Araplar manevî uyanış havasına ve zaferlerden doğan güvenlerine paralel olarak güçlü bir bilgi susamışlığıyla doluydular; böylelikle öğrenmeye tutkun ve yabancı unsurları almaya hazır haldeydiler.
2) Bu şuuru yansıtan yeni din, bilimleri engellemediği gibi üstelik teşvik etti.
3) Emevi, Abbasi hanedanları ve diğer devlet adamları bilimleri birçok yönden desteklediler.
4) Diğer dinlerin kültür taşıyıcılarına karşı, memleketlerinin fethedilmesi sonrasında Müslümanlar tarafından iyi davranıldı, değer verildi ve onların yeni topluma katılmasını sağladılar.
5) Daha birinci yüzyıldan itibaren İslam toplumunda, Avrupa’nın Ortaçağ’da ve sonrasında malumu olmayan, eşi görülmedik, verimli bir öğretmen-öğrenci ilişkisi gelişti. Öğrenciler sadece kitaplardan değil, bunun yanısıra doğrudan doğruya hocalar tarafından verilen dersler yoluyla bilgiler edindiler. Bu, öğrenme eylemini kolaylaştırıyor, böylece güvenilir bir bilginin garantisi oluyordu.
6) Doğa bilimleri ve felsefe, filoloji ve edebiyat başlangıçtan beri, teolojik değil, dünyevi bir anlayışla yapıldı ve sürdürüldü. Bilimlerle uğraşmak, sadece din adamları sınıfının imtiyazı değildi, bütün meslek gruplarına açıktı. u yüzdendir ki biyografik ve bibliyografik eserlerde Arap-İslam kültür dairesinin çoğu bilim adamının baş adları meslek nitelemeleridir, terzi, ekmekçi, marangoz, demirci, deve sürücüsü ve saatçi gibi.
7) Daha 7. yüzyılda camilerde umuma açık ders faaliyeti başladı. 8. yüzyılda önemli filologlar, edebiyatçılar ve tarihçiler büyük camilerde kendi eğitim kürsülerine sahiptiler. Bu eğitim öğretimde derslerin ve tartışmaların nasıl olduğuna ilişkin bize ulaşan haberler yüksek bir akademik stile tanıklık etmektedirler. Bu büyük camiler, 5./11. yüzyılda devlet üniversiteleri kurulana kadar kendiliklerinden ilk üniversitelere dönüştüler.
8) Arap yazısının karakteri, Arapçanın kolay ve hızlı yazılmasına imkan tanıyordu ve böylelikle kitaplar çok geniş bir yayılma alanı bulabildi.
9) Hızlı ve köklü bir şekilde gelişen filoloji, bilginlere eserlerinin redaksiyonu ve yabancı dillerle olan ilişkileri için sağlam bir temel sağladı.
10) Yabancı terminolojilerin alınması ve benimsenmesi, tam tanımlama ve bilimsel kesinlik için bakış açısını keskinleştirdi, kendine özgü Arapça terminolojinin ve bilimsel dillerin oluşturulmasına götürdü.
11) Yazılı aktarım, önce Hicretin ilk yüzyılından beri ilerletilen geleneksel papirus endüstrisi ile, daha sonra ise Çin’den alınan ve İslam dünyasında yazı malzemesi olarak geniş bir yaygınlık kazanan kâğıdın üretimi için imalâthaneler kurulmasıyla da ciddî biçimde desteklendi.
12) 10. yüzyılda daha iyi ve daha uzun süre kalıcı mürekkebin, bir tür karışım olan isden mamul demir palamutu mürekkebinin geliştirilmesi siyah koyu bir yazıyı mümkün kıldı, böylece yazıların zaman içerisinde solmadan veya kahverengileşmeden daha uzun süreli kalıcılığı sağlandı.
Tam hakkıyla iddia edebiliriz ki Arap-İslam kültüründe bilimlerin hızlı, geniş ve köklü gelişimi üzerinde bütün bu faktörler hep birlikte rol oynamıştır ve bu faktörler sadece kısa bir zaman dilimi için değil, aksine yüzlerce yıl etkili olarak kalmışlardır.
Fuat Sezgin’in 2004 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’nde verdiği bir konferanstan altını çizdiğim satırlar (konferans metninin tamamı için tıklayın):
- Batı uygarlığı, İslâm uygarlığının değişik coğrafi ve iktisadi şartlar altında gerçekleşen devamıdır.
- Arapça kitaplar 10. yüzyıldan itibaren Bizans’ta Yunanca’ya, İspanya’da Latince’ye çevrilmeğe başlandı. Arapça kitapların İspanya’da başlayan Latince’ye tercüme işi birkaç yüzyıl hemen hemen tamamı ile rahip ve papazların elinde idi; çünkü Avrupa’da onlardan başka okuyup yazma bilen kimse yok gibiydi. Örneğin, ilk usturlap kitapçığını yazan Lupitus (10. yy.) bir papazdı. Arapça rakamları Latin dünyasına geçiren din adamı Gerbert, sonraları 999-1003 yılları arasında papa olan kişidir.
- Avrupa kültür tarihi 13, 14 ve 15. yüzyıllarda büyük bilginler kaydeder ve onlara büyük buluşlar atfeder. Bu değerlendirmeler maalesef onların İslâm bilginleriyle olan bağları hiç göz önüne alınmadan yapılır.
- Bugüne kadar yapılan araştırmalara dayanarak şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, o bilginler sadece İslâm bilginlerinin dümen suyunda yüzüyorlardı; İslâm bilginlerinin seviyesine her bakımdan ulaşmış olmaktan çok uzaktılar.
- Avrupa’da bilimde küçük adımlarla yaratıcılık dönemi 16. yüzyılda başladı ve Avrupalılar İslâm dünyasını 17. yüzyıldan itibaren geçmeye başladılar.
- Avrupa’da yaklaşık 17. yüzyıla kadar kaynak anma kavramı yoktu ve çok yavaş gelişti. Ayrıca, birçok Arapça kitap tercümesi ya Avrupalı veya Yunanlı bilginlerin adı altında yüzyıllarca yayınlandı ve kullanıldı. Kaynak adı vermek alışkanlığı büyük Yunan bilginlerinde de çok zayıftı.
- Kaynakları sistemli bir şekilde verme, geçen kuşakların emeklerini anma prensibi İslâm kültür dünyasının karakteristik niteliklerinden biridir. Ne yazık ki bu gerçek bilimler tarihinde gözden kaçırılmaktadır.
- Ortaçağ Avrupası’nda tanınan en büyük matematikçinin neden bir İtalyan olduğunun sırrını artık biliyoruz. O, 13. yüzyılda yaşayan ve hayatının büyük bir kısmını Arap memleketlerinde geçiren Pizalı Leonardo’ydu.
- Ondan iki yüz yıl sonra yaşayan meşhur Leonardo da Vinci’nin şekillerini çizdiği alet, makine ve silahların İslâm dünyasından kaynaklandığını bugün biliyoruz. Bazı önemli Arapça kitapların uzun zamandan beri saklı kalmış İtalyanca tercümeleri 20. yüzyılda ortaya çıktı.
- Bütün geçmiş büyük uygarlıklarda olduğu gibi İslâm uygarlığı da politik, jeopolitik ve ekonomik koşullarla 16. yüzyıldan itibaren bir yıpranma çağı içine girdi.
- Uygarlık bayrağını taşıyacak ardılı kendisi geliştirmişti: Şimdi o uygarlığın bugünkü ve yarınki kuşakları bu ardılın başarısı önünde aşağılık ve yabancılık duygusuna düşmeden ondan hızla öğrenmek, ona ulaşmak gereksinimi ile karşı karşıya bulunuyor.