"Enter"a basıp içeriğe geçin

İbn Haldun ve Mukaddime’de Bilim-Din Çatışması

Bu yazıda, İbn Haldun’un 1375 yılında yazdığı Mukaddime isimli eserini, bu eserdeki din-bilim çatışması bağlamında değerlendirmeye çalışacağım.

İbn Haldun, Mukaddime isimli eseri ile tarih bilimi konularının daha iyi anlaşılabilmesi için yeni bir bilim önerisinde bulunuyor, bu bilimin ilkelerini ortaya koyuyor. Yeni bilim için önerdiği isim ise “Umran”dır. Umran kavramını geniş bir manada kullanıyor. Genelde bu kavram ile medeniyeti ve şehirli toplumu kastediyor. Bu yeni bilimi ve ilkelerini açıklarken İbn Haldun’un sergilediği bilimsel yaklaşım, daha sonra Avrupalıları da kendisine hayran bırakmış. Bu yeni bilime bugün Sosyoloji diyoruz. Mukaddime isimli eserinde ele aldığı konular sebebiyle İbn Haldun, günümüzde bazı bilim adamları tarafından Sosyoloji biliminin kurucusu olarak görülüyor.

Kitabın girişinde tarih biliminin önemine değinen, bu bilimle iştigal edenlerin bilgi kaynakları konusundaki özensizliklerinden rahatsızlığını dile getiren İbn Haldun, Taberi gibi ünlü tarihçilerin kitaplarından örnekler vererek abartılı ve uydurma haberlerin dikkate alınmasını hayretle karşılıyor. Kitabının sonraki bölümlerinde toplumun ve topluma dair olgular ile olayların doğasının (tabiatının) olduğunu, bu doğanın araştırılıp incelenerek tespit edilmesini, yapılan tespitler ile belirlenen ilkeler ışığında toplumun ve topluma dair olgular ile olayların analiz edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ve bu önerdiği yöntem doğrultusunda eserini takdim ediyor. Bedevilik, medenilik, asabiyet kavramları çerçevesinde görüşlerini detaylı bir şekilde ortaya koyuyor.

Tarihe ve topluma yaklaşım biçimi ile yaptığı analizler yüzyıllardır takdir toplayan İbn Haldun, dinin hüküm sürdüğü alana girdiğinde ise bütün bilimsel yaklaşımını tereddütsüz rafa kaldırıyor.

Kitabına bilgi kaynakları konusundaki hassasiyetini vurgulayarak başlayan ve bize ulaşan bilginin doğru olduğunu kabul edebilmek için sahih bir kanaldan gelmiş olmasının yeterli olmadığını söyleyen İbn Haldun; hadisler (Hz. Muhammed’e nispet edilen rivayetler) söz konusu olduğunda kendi belirlediği ilkeyi bir kenara bırakarak hem anlatılan olgu ya da olayların doğasına aykırı, hem de dinin temel kaynağı Kuran’a aykırı birçok rivayeti delil gözetmeksizin doğru kabul ediyor.

Gaybî alan ile ilgili bilgileri ele aldığı bölümde, gaybın insanlar için tamamen gizli bir alan olduğunu, gaybı sadece Allah’ın bildiğini söyleyerek “Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara Suresi, 216) ayetine de atıfta bulunurken, diğer yandan peygamberlerin, keramet sahibi velilerin ve fıtri yetenek sahibi çeşitli inanca mensup insanların gayb ile ilgili konularda bilgi verebileceklerini söylüyor.

Asabiyet (birbirine kenetlenmiş toplumsal güç) konusunda yüzlerce sayfalık çözümlemeler yaparak, ortaya koyduğu yeni bilimin temel kavramlarından biri haline getiriyor, toplum ile ilgili birçok olguyu bu kavram çerçevesinde başarıyla analiz ediyor. Peygamberlerin konumlarını da yine asabiyet kavramı çerçevesinde açıklamaya çalışıyor. Peygamberlerin, çevresine nispetle güçlü kabilelerden seçildiğini, dini tebliğ etmede başarılı olabilmeleri için bunun böyle olmasının doğal olduğunu açıklıyor. Ancak dört halife ve Hz. Muhammed dönemini incelediği başka bir başlık altında, asabiyet olgusunun bu dönemlerde dikkate alınmadığını, bu dönemlerde ilahi bazı müdahalelerin söz konusu olduğunu iddia ediyor.

Kitaptaki bu tür örnekler çoğaltılabilir ve detaylandırılabilir. Ancak meramın dile getirilmesi açısından bu üç örneğin yeterli olduğunu sanıyorum. Toplumsal olayların, ilişkilerin, yapıların bir doğası/ilkesi olduğunu iddia ederek bu doğanın/ilkenin nelerden ibaret olduğunu başarıyla açıklayan İbn Haldun, bu ilkeleri aynı zamanda “Sünnetullah” olarak da adlandırmaktadır. Yani Allah’ın geleneği, adeti, ilkesi, kuralı olarak görüyor bunları. Ancak bir yandan da bu Sünnetullah’ın dinin gerektirdiği bazı durumlarda devredışı kalabileceğine inanıyor.

İbretler Tarihi isimli asıl eserinin mukaddimesi olan Mukaddime isimli eser, İbn Haldun gibi bilimde çığır açmış bir insanın dinin hurafeleri ile kendini nasıl kısıtladığına ve saptırdığına ibretlik bir örnek olmuş. İbn Haldun’un bu durumu, Ernest Renan’ın 19. yüzyılda dile getirdiği “İslam, bilimin gelişmesine engel bir dindir” tezinde ne kadar haklı olduğuna da iyi bir örnek… “İslam’ın özü bu değil” diye itiraz edenler olacaktır. Haklılar da. İslam’ın özü, Kuran’ın sözü bu değil, ama İslam’ın kültürü, maalesef, halen İslam dünyasında bilimsel çalışmaların önündeki en büyük engeldir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.