"Enter"a basıp içeriğe geçin

Çoktanrıcılık – Tektanrıcılık | Önce hangisi vardı?

Dinsel bir kavramın yaşı ile onu doğrulayan ilk belgenin tarihini birbirine karıştırmamak gerekir.

Mircea Eliade

İnsanoğlunun önceleri çoktanrıcı iken sonradan tektanrıcı olduğu söylemi, ideolojik bir ön yargıdan ibarettir.

Bugün için bilinen en eski belgelerin çok tanrıcılığa ait olduğu doğrudur. Ancak bu belgelerin bulunduğu dönemden önceki insanlık tarihi hakkında neredeyse hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır.

İnsanlık tarihinin dönemlere ayrılmış bir tablosunu kabaca birlikte inceleyelim.

Paleolitik Çağ: 2,5 milyon yıl önce başlar. M.Ö. 12.000’de sona erer.
Mezolitik Çağ: M.Ö. 12.000’de başlayıp M.Ö. 9.000’de sona erer.
Neolitik Çağ: M.Ö. 9.000’de başlayıp M.Ö. 5.500’de sona erer.
Bakır Taş Çağı: M.Ö. 5.500’de başlayıp M.Ö. 3.000’de sona erer.
Tunç Çağı / Bronz Çağı: M.Ö. 3.000’de başlayıp M.Ö. 1.200’de sona erer.
Demir Çağı: M.Ö. 1.200’de başlayıp M.Ö. 400’de sona erer.

Yukarıda belirtilen tarihler yaklaşık olarak ifade edildi.

Paleolitik, Mezolitik ve Neolitik çağlar Tarih Öncesi Çağlar olarak da anılır. Çünkü bu çağlarda henüz yazı icat edilmediğinden pek fazla tarihi bulgu elde edilememiştir. Bu çağlardaki dini yaşam hakkında hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bulunan bilgi kırıntıları da yoruma fazlasıyla açıktır.

İnsanlık tarihinin yüzde 99’u karanlıkta iken elde edilen yetersiz verilerle bir sonuca ulaşmak ancak ön yargılı bir yaklaşımla mümkün olabilir.


Elli yıldır belki de elli yıldan daha az bir süredir İngiliz antropologlar ya da Fransız toplumbilimciler kendi köşelerinde ısrarla şu iki zorlu soruya cevap aramaktadırlar: Dinsel olguların kökeni ve dinsel biçimlerin soy kütüğü nedir?

Ulu Tanrı ve totemler çevresinde sayısız tartışma gerçekleşti. Pek çok ekol tarafından din yaşamının temel biçimlerinin son tanıkları olarak gösterilen Avustralyalılara karşı Pigmeler öne sürüldü: Avustralyalıların geçmişi kısmen paleolitik çağa dayanıyorsa Pigmelerin geçmişi daha eskilere dayanıyor olamaz mı; çünkü hala embriyon koşullarından tam olarak kurtulabilmiş değiller?

Tanrı düşüncesinin kökeni üzerine tartışıldı: Ruh düşüncesinden bağımsız bir düşünce miydi bu? Yoksa tanrı düşüncesi, ruh düşüncesinden mi doğdu? Ölüler tapımı doğa güçleri tapımından önce miydi?

Ciddi oldukları kadar boş sorulardır bunlar. Genelde çok ateşli olan bu boş tartışmalar pek çok kitabın esin kaynağı, hatta gözlemlerin ve incelemelerin nedeni olmuştur. Ama bir sonuca varılamamıştır.

Bugün araştırmacılar kendilerini bunlardan kurtarıyorlar. Din bilimi, önce öteki bilimlerin daha sonra dil biliminin yaptığını kısa bir sürede yapıp köken sorusunu felsefecilere bıraktı. Ayrıca geçmişteki din biçimlerine a posteriori bir evrim-tipi, zorunlu bir gelişim süreci atfetmekten de vazgeçti.

İster XX. yüzyılda ister altı bin yıl öncesinde olalım, insanlık tarihinin hiçbir döneminde asla çok gerilere gidemiyoruz; yüzyıllara uzanan gelişmelerin ve rastlantıların sonuçlarından daha ötesine hiçbir zaman ulaşamadık; ister Polinezyalı, Hint-Avrupalı, Sami, isterse Çinli olsun, tanrı figürlerine varış noktasında benzerlikleri olduğu saptansa bile halkların dinsel kavramlarına çok farklı ve çeşitli yollardan ulaşılabilmiştir.

Sonuç olarak genel eğilim, dünyada uygulanan ya da uygulanmış olan din sistemlerini kendi özgünlükleri, karmaşıklıkları içinde “duyumsamak” ve kaydetmektir.

Mircea Eliade’nin “Dinler Tarihine Giriş” kitabına Georges Dumézil’in yazdığı önsözden alınmıştır.
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.